Nağme-i Aşk'ı sizlere takdîm ederken, "Bu çalışmaya neden ihtiyaç duyuldu?" başlığı altında, Sadeddin Nüzhet Ergun'un şu mühim beyânâtına yer vermişdik :
İstanbul Konservatuvarının başardığı mühim işlerden biri de dînî ve lâ-dînî eserlerden muhtelif tipleri plakla tesbit etmek olmuştur. Ve bu tarz, hiç şüphe yok ki notaya pek çok defalar müreccahdır. Çünkü nota, tavır ve mahallî lehçe farklarını gösterecek mâhiyette değildir. Türk Mûsikîsinin hakîkî üstâdları bunun içindir ki münhasıran notaya bağlanmamışlardır. Netekim bu asırda ve 19. asrın son yarısında sadece nota ile Türk Mûsikîsini öğrenen ve öğretenlerin okudukları ve besteledikleri eserlerde bâriz bir donukluk vardır. Gerek husûsî ellerdeki malzemenin, gerek Konservatuvar heyeti tarafından tedârik edildiği halde henüz basılmayan notaların tab'edilmesi ve hâfızalarda yaşayan dînî ve lâ-dînî daha bir cok eserlerin plaklarla tesbit edilmesi "Türk Mûsikîsi Târihi" için büyük bir kazanç olacaktır.
Bir çok sıfat ve meziyetleri yanında mûsıkî bilgisi ile de temâyüz eden kıymetli hocamız Emîn Işık Hocaefendi de, bu hususda şunları söylüyor :
Nota, müzik değildir. Nota, eserin unutulmaması içindir, kaybolmasını önlemek içindir. Yazarsın koyarsın oraya, notadaki gibi okursan olmaz. Eseri ezberleyeceksin ve bestekâr o eseri hangi duygularla bestelemişse, o duyguları yaşayarak okuyacaksın. Yoksa dil ucuyla okumuş olursun. Bu böyledir. İcrâ dediğimiz şey budur. Eserde şâirin ve bestekârın ifâde ettiği duyguları yaşamıyorsan ve dinleyecilere yaşatmıyorsan, hiç bir şey yapıyor değilsin.
Hocam anlatmışdı, Allah rahmet eylesin. Emin Dede, Neyzen Aziz Dede'nin talebesidir. Emin Dede, haftanın belli günlerinde, belli saatlerde, meşk için Aziz Dede'nin evine gidiyor. Evde, kitapların konduğu dolapda, hamparsum notaları var. Emin Dede de, notaya meraklı. Aziz Dede'den notaları istiyor. Aziz Dede, "Emin, onlara dokunma! Onlar sana lâzım değil" diyor ve vermiyor. Ama, Emin Dede, gidiyor geliyor, gözü hep o notalarda. Bir gün yine Aziz Dede'nin evine derse geliyor. Aziz Dede'nin hanımı, "Evlâdım, hocan bir cenâzeye gitti. Emin derse yarın gelsin dedi" diyor. O da, bu fırsatdan istifâde o dolapdaki notaların hepsini alıyor, eve götürüyor, okumaya ve kopya etmeye çalışıyor. Sabaha kadar uğraşmış, gece hiç uyumamış. Ertesi sabah, gözleri kıpkırmızı, gözünden uyku akıyor. Hocasına gelmiş, "Hocam, dün siz yokdunuz, bunları merâk ettim aldım, götürdüm, şimdi aynen yerine koyuyorum" demiş. Aziz Dede, "Evlâdım ben zâten onları sana ayırmışdım" demesin mi! Emin Dede, "Ama hocam ben onları sizden istediğimde vermemişdiniz" deyince, Azîz Dede, "O zaman daha henüz çırakdın, eğer o zaman ben onları sana verseydim, notaya mahkûm olurdun, mûsıkîden kopardın. Şimdi artık mûsıkîye ve neye hâkimiyyet elde ettin, artık şimdi alabilirsin" demiş. Yani notaya bağımlı kalmasın, iyice yetişsin, hazmetsin, bu işe hâkimiyyet elde etsin istiyor, ondan sonra al notaları diyor.
Allah rahmet eylesin, bizim Cinuçen Tanrıkorur da, verdiği bütün notaları ezbere çaldırırdı. Evvalâ basit bir şeyler yazar, verir. Yazdığı iki satır notayı ezberleyip geleceksin, ezberden çalacaksın.
İçinden mûsıkî dolmadıkça mûsıkîşinâs olamazsın. Adam konservatuarı bitirmiş, "yap bir taksim" diyorsun, yapamıyor. Geçkileri bilmiyor. Ama müezzin efendiye "bir gazel oku" diyorsun, sana sekiz makâmı arka arkaya diziyor ve bütün geçkileri yapıyor. Çünkü o, meşk ile okuyup yetişmişdir, ya da taklîd ile okumuşdur, hiç nota bilmez.
Meselâ ben notayla fazla meşgûl olmadım ama bütün makâmları biliyorum. Ne olacağını biliyorum, yapılan bütün yanlışları görüyorum. Bir eser içinde tek bir nota yanlış olsa anlıyorum. Meselâ birisi sûzidil ya da sûzinâk okurken bir nağme hüseynî yapsa, bu hüseynî oldu diyorum. Sesleri tanıyorsun, perdeleri tanıyorsun, yani renkleri tanıyorsun. Meselâ koca bir kırmızı zemin içinde bir turuncu nokta olsa belli olmaz mı? Sesler de aynen bunun gibidir.
Bizim konservatuarımız yok. Özel olarak müzik okullarımız yok. Fakat tâ Merâgî'den beri, bu kültür buraya kadar nasıl geldi? Binlerce, yüz binlerce eser, uzun uzun formlar, meselâ âyinler ki çoğunun bestekârı bile belli değil ama icrâ edilerek günümüze gelmiş.
Vaktiyle her ev bir konservatuardı. Kış gecelerinde yemek yenir, amca, dayı, konu, komşu, bir evde, bir odada toplanırlar. Birisinin udu var, ötekinin neyi var, ötekinin defi var, otururlar sekiz saat fasıl geçerler. Yani Türk, mûsıkîyi gıdâ yerine almışdır, aydınlarda öyle ortamlarda yetişmişdir. Benim çocukluğumda evlerinde mûsıkî meşki yapan böyle âileler vardı. İleri gelen mûsıkîşinâsların ve mûsıkî sevenlerin hemen hemen hepsinin evinde mûsıkî fasılları olurdu, giderdik. Meselâ Camcı Hulûsî Bey, her perşembe akşamı, yatsı namazından sonra, giderdik, katılırdık. İşte Câvid Bey, çok güzel ud çalar, son devrin en büyük ûdîlerindendi.
Osmanlıda mûsıkî, tıpkı gıdâ gibidir, yemek yemek su içmek gibi. Şimdi onun yerine futbol girdi, spor girdi, başka şeyler girdi, televizyon girdi, yabancı kültür girdi. Benim bir arkadaşım var, şiir yazmış :
Bizim çocukların putu köşedeki kara kutu
Ehl-i küfür çekdi şutu kalemize gol eyledi
Gerçekden de böyle. Sinema, fim, oyun, futbol, maç, kültürümüzü kaybettik, kaybetmek üzereyiz. Kültürünü kaybeden millet, kendini de kaybeder.
Çok insân anlayamaz eski mûsıkîmizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder