Sayfalar

29 Ocak 2017 Pazar

Mustafa Nakşî Dede ve Şedaraban Âyin-i Şerîfi


MUSTAFA NAKŞÎ DEDE KİMDİR?

Mustafa Nakşî Dede, Edirne’de dünyâya gelmiş ve tahsîlini de orada ikmâl etmişdir...Arapça ve Farsça yanında tasavvuf, edebiyat ve mûsıkî de ta'lim ederek kendisini mükemmelen yetiştirmişdir. Tarîk-i Mevleviyye'ye intisâb etmek için Şemsi Dede adlı bir arkadaşıyla birlikte Konya’ya gitmek üzere yola çıkmış, yolda uğradıkları Afyonkarahisar Mevlevîhânesi’nde bir müddet misâfir kalmışlar ve arkadaşı orada kalmayı tercîh ettiği için Konya’ya tek başına giderek âsitânede çilesini tamamlamışdır. 1825 senesinde Mısır’a gitmiş ve Kâhire Mevlevîhânesinde kudümzenbaşı olarak vazîfe yapmışdır. 1838 senesinden Şeyh Fikri Dede’nin Hakk'a yürümesi üzerinde  mevlevîhânenin meşîhatına yani postnişînliğine getirilmişdir. Nakşî Dede 1854 senesinde Kâhire’de Hakk'a yürümüş ve  mevlevîhânenin hazîresine defnedilmişdir. “Allah Allah deyu gittin vahdete Nakşî Dede” mısraı vefâtına târih olup bizzat kendisi tarafından söylendiği rivâyet edilmişdir.
Mustafa Nakşî Dede'nin postnişîni olduğu
Kâhire Mevlevîhânesinde bir âyin-i şerîf
Nakşî Dede yaşadığı devirde ehl-i tarîk arasında temâyüz eden bir zât olmasının yanında şairliği ve mûsıkîşinâslığı ile de meşhûrdur...Hem Türkçe hem Farsça âşıkâne ve ârifâne rubâîleri vardır...Hazret-i Mevlânâ'yı tavsîf ettiği "Hilye-i Mevlânâ" adlı elli üç beyitlik manzûmesi Mevlânâ Müzesi Kütüphânesindedir...İşte âşıkâne rubâîlerinden biri :


Ben ben değilem ben dediğim sensin hep
Rûhum dediğim ten dediğim sensin hep
Mânend-i kudûm sîne-kûbân oldum
Ten nâ te ne nâ ten dediğim sensin hep

Nakşî Dede’nin birçok âyin bestelediği söylenir ancak günümüze bir tek şedaraban (şedd-i araban) âyini ulaşmıştır. Muhtemelen Kâhire’de bestelediği bu âyin-i şerîfi, Gelibolu Mevlevîhânesi’nde misafir olarak bulunduğu sırada, dergâhın şeyhi Hüseyin Azmi Dede ile müridlerine bizzat kendisi meşketmiştir. Hüseyin Azmî Dede’nin oğlu Şeyh Ahmed Celâleddin Dede tarafından aralarında Zekâîzâde Hâfız Ahmet Irsoy’un da bulunduğu pek çok kişiye meşk edilmek sûretiyle unutulmakdan kurtarılan bu âyin-i şerîf, bilenlerinin gitgide azalması sebebiyle çok az okunmasına rağmen mûsıkî kıymeti yüksekliği ve nağmelerindeki yumuşaklık ve kıvraklıkla dikkatleri çeker...Nakşî Dede’nin peşrev ve saz semâîleri de olduğu söylenir ancak maalesef bunlardan hiçbiri tesbît edilememişdir...

Aynı zamanda iyi bir hattat ve neyzen de olan Nakşî Dede, mûsıkîde pek çok talebe de yetiştirmiştir. Şişman Ahmed Dede ve Şeyh Hüseyin Azmî Dede bunların en meşhûrlarırdır...



ŞEDARABÂN MEVLEVÎ ÂYİNİ

BİRİNCİ SELÂM

Ey Resûl-i Hazret-i Hak vey Habîb-i Kibriyâ
Vey ziyâ-yi ayn-i âlem vey imâm-i enbiyâ
Yek piyâle mey bi-dih ey sâki-yi bezm-i elest
Ber men-i miskin nazar kün ey sirâc-ı pür-ziyâ

Ey Hak teâlâ’nın elçisi! Yüce Allah’ın sevgilisi! Ey âlemin gözünün ışığı! Ey peygamberlerin önderi! Ey elest meclisinin sâkîsi! Ben zavallıya nazar eyle de bir kadeh bâde ver. Ey ışık dolu kandil!

Bâz ser-mestem zi bâlâ mî resem
V’ez cemâl-i Hak teâlâ mî resem
Der gülistânî ki cây-i Mustafâ
İn çünin gûyâ vü bûyâ mî resem

Yine sarhoşum, yukarıdan, yüce Mevlâ’nın cemâl sıfatından geliyorum. Mustafa aleyhisselâmın mekânı olan gül bahçesinde, böylece söyleyerek ve koklayarak dolaşıyorum.

Eyyühe’l-uşşâk âteş geşte çün istâreîm
Lâ-cerem raksan heme şeb gird-i an meh-pâreîm
Her seher peygâm-i in peygamber-i hûban resed
K’es-salâ ey âşıkan mâ âşıkan râ çâreîm

Ey âşıklar! Yıldız gibi ateş olmuş, çaresiz o ay parçasının etrafında, bütün gece dolaşmaktayız. Her sabah güzeller önderinin, “Gelin ey âşıklar! Biz âşıklar için çâreyiz” daveti ulaşmakta.

Mutribâ esrâr-i mâ râ bâz gû
Kıssahâ-yi can-fezâ râ bâz gû
Mahzen-i innâ fetahnâ ber güşâ
Sırr-ı cân-ı Mustafâ râ bâz gû
Çün Salâhaddin salâh-i cân hâst
Tâ salâh-i cânha râ bâz gû

Ey çalgıcı! Bizim sırlarımızı söyle; cana can katan hikâyeleri anlat. Fetih Sûresi’ndeki hazinenin kapısını aç, Rûh-ı Muhammedî’nin sırrını anlat. Çünkü Salâhaddin, cânın huzûr bulmasını istiyor, cânların huzûru için anlat.

İKİNCİ SELÂM

Ey tâirân-ı kuds râ aşkat füzûde bâlhâ
Der halka-i sevdâ-yi tü rûhâniyan râ hâlhâ
Âb-ı hayât âmed suhen k’âyed zi ilm-i min ledün
Can râ ez ô hâlî me-kün tâ ber dihed a‘mâlhâ

Ey sevgili! Senin aşkın ilâhi kuşlara kanat açtırmış; senin sevdanla halkalanmış olan melekler, türlü hallere girmişler. İlâhî ilimden gelen söz, âb-ı hayattır. Rûhu ondan mahrûm bırakma ki ameller meyvelerini versin.


ÜÇÜNCÜ SELÂM

Âşıkan der kûy-i cânân es-salâ
Sûy-i an hurşîd-i tâbân es-salâ
Ez nigârem âteşî der men fütâd
Es-salâ der âteş-i cân es-salâ
Şems-i Tebrîzî zi bâlâ-yi felek
Her zamânî mî keşed hân es-salâ

Sevgilinin mahallesinde olan âşıklar, haydi gelin! O parlak güneşin semtine selâm olsun! Sevgiliden bana bir ateş düştü; cân ateşinde olanlar haydi! Tebrizli Şems, gökyüzünün zirvesinden her zaman sizi davet ediyor.

Ey ki hezâr âferin bu nice sultân olur
Kulu olan kişiler hüsrev ü hâkân olur
Her ki bugün Veled’e inanuben yüz süre
Yoksul ise bay olur bay ise sultân olur

Binlerce tebrikler! Bu nasıl bir sultandır ki hizmetçisi olanlar, pâdişâh olur. Bugün her kim Sultan Veled’e inanıp dergâhına yüz sürerse, fakîr ise bey olur, bey ise sultân olur.

Ey mîr âb bügşâ an çeşme-i revan râ
Tâ çeşmehâ güşâyed ziş’kûfe bûstan râ
Mâ sôfiyân-ı râhîm mâ tabla-hâr-ı şâhîm
Pâyende dâr yâ Rab in kâse râ vü han râ

Ey su emîri! O akan pınarın suyunu aç ki akan sular bahçede tomurcukları açtırsın. Biz vahdet yolunun sôfîleriyiz, hakîkat pâdişâhının sofrasından yiyenleriz. Yâ Rabbi! Bu sofrayı ve kâseyi ebedî kıl.

Mevc-i aceb bin ki hâst ez dil-i deryâ-yi aşk
Reft be bâlâ ki bin bin’geri bâlâ-yi aşk
Bûd Veled bâ kadîm pîş zi âlem nedîm
Horde zi câm-ı bekâ bî-leb-i deryâ-yi aşk

Aşk denizinin ortasından kopan acâib dalgaya bak! Öyle bir yükseldi ki bak da aşkın boyunu gör. Veled, âlem yaratılmadan önce ezelî sevgiliye nedîm idi. Kıyısı görünmeyen aşk denizinde, ebedîlik kadehinden içti.

Mâ mest ü harâb ez pey-i ma‘şûk-ı elestîm
Mâ mest-i elestîm çü ma‘şûk-perestîm
Mestân-ı harâbîm bi-gû pîr-i harâbât
Tâ bâde bi-yârend ki mâ âşık-ı mestîm

Biz elest meclisindeki sevgili uğrunda sarhoş ve perîşân haldeyiz. Biz, sevgiliye taptığımız için elest bezminin sarhoşuyuz. Biz, harâb olmuş sarhoşlarız. Ey harâbât pîri! Söyle de şarap versinler, çünkü biz, sarhoş âşıklarız.

Güftem dûş aşk râ ey tü karîn ü yâr-i men
Hîç me-bâş yek zeman gâib ez in kenâr-i men
İn ten-i men harâb-i tü dîde-i men sehâb-i tü
Zerre-i âfitâb-i tü in ten-i bî-karâr-i men
Mürde büdem zi bûy-i tü zinde şüd in Şems-i din
Ey tü hayât-i cânhâ ey şeh-i kâmgâr-i men

Dün gece aşka dedim ki: Ey benim dostum, sevgilim! Bir an olsun benim yanımdan ayrılma. Benim vücûdum, senin için harâb oldu, gözlerim senin için buluta döndü. Bir yerde duramayan bu bedenim, senin güneş gibi yüzünün karşısında bir zerredir. Senin kokunun güzelliğinden ben öldüm de bu Şemseddin dirildi. Ey cânların cânı, ey benim tâlihli pâdişâhım!

DÖRDÜNCÜ SELÂM

Sultân-ı menî sultân-ı menî
Ender dil ü can îmân-ı menî
Der men bi-demî men zinde şevem
Yek cân çi şeved sad cân-ı menî

Sultânımsın, sultânımsın; cânımda, gönlümde imânımsın. Bana üflersen ben dirilirim. Bir cân da nedir? Yüz cânımsın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder