Manisa’da doğdu. Eğridirli Hoca Abdullah Efendi’nin oğludur. Tahsilini Manisa'da yapdı, hıfza çalışdı, yazı meşk etdi, mûsikî öğrendi. Rıfâî tarîkatine intisâb eyledi ve Antakyalı Şeyh Ahmed Vehbî Efendi'den "Marûfiyye" icâzetnâmesi aldı. Sonra İstanbul’a giderek Üsküdar’ın Toygartepe semtine yerleşdi. Güzel sesi ve mûsikî bilgisiyle kısa zamanda tanındı. Uzun yıllar Dâmâd Mehmed Said Paşa’nın imâmlığını yaptığı için "Said Paşa İmâmı" olarak anıldı. Sultan Abdülaziz zamanında hünkâr imâmlığına ta'yîn edildiyse de bu vazîfesini aşağıda zikredeceğimiz sebebden devâm ettirmedi.
Parlak ve tiz bir sese sahip olan.Hasan Rızâ Efendi özellikle mevlidhânlığı ile şöhret yapmışdır. İstanbul’a geldiğinde mûsikî sahasında ileri bir seviyede olmasına rağmen Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi’nin mümtâz talebelerinden Mutâfzâde Ahmed Efendi’den de faydalanmış, ondan pek çok ilâhi, durak, mersiye ile birlikte bilhassa mevlid meşketmiş, ayrıca birçok klasik fasıl geçmişdir.
“Nazarımı mâsivâdan vikâye ediyorum, evlâdım”
Hasan Rızâ Efendi’nin mevlid okuyuşunda fevkalâde bir tavır sâhibi olduğu söylenir. Sözlerin anlaşılması için kelimelerin arasını kesmeden okumaya özen gösterip, nağmeleri mısra sonlarında yaparmış. Zekâî Dede’nin, Hasan Rızâ Efendi’nin bir mevlidini dinledikten sonra oğlu Ahmed’e (Irsoy), “Hâfız! İşte asıl mevlid böyle okunur” dediğini bizzât Ahmed Irsoy rivâyet ediyor...
Musâhibzâde Celal Bey'in anlattığına göre, 93 Harbi esnâsında Mevkib-i Hümâyun Alayı teşekkül ettiği sıralarda, Hasan Rızâ Efendi Sultantepe’de bir mevlid okur ve duâyı da kendisi yapar. Üsküdar'da okunan bu mevlidi Beşiktaş’dan dinlerler. Hasan Efendi'nin sesi gür ve çok tiz olduğu halde kulağı tahriş etmez, bilakis ne kadar yüksek sesle okursa o kadar cok hoşa gidermiş...
Devrinin en güzel Kur’ân okuyanları arasında anılan Hasan Rızâ Efendi ayrıca okuduğu gazel, şarkı, ilâhi ve mersiyelerle de mûsiki çevrelerinin aranılan icrâcılarındanmış. Yetiştirdiği mevlidhânlar içinde Hacı Hakkı Efendi ve mevlidcilerin pîri kabûl edilen Bedevî Şeyhi Ali Baba en tanınmışlarıdır. Hâfız Kemal de tavrını ondan almış.
BAZI MENKIBELERİ
Hasan Rızâ Efendi'de bir cezbe hâli varmış. Canı isterse okur, cemiyetlere davetle gitmez; gitse bile teklif ve ricâlarla değil, içinden gelen bir arzu ile okurmuş. Yalnız fakirlerin, âcizlerin riyâsız yalvarmalarına tahammül edemez, onların isteklerini derhal yerine getirirmiş.Saraydaki mevlid cemiyetine davetli olduğu birgün yaşanan hâdise bir menkıbe hâline gelmiş hattâ bu hâdiseyi Mehmet Âkif Safahat'ında "Said Paşa İmamı" başlığı altında uzun uzun nazmetmişdir...Bu manzûmeyi yazımızın sonunda bulacaksınız...Muzaffer Efendi Hazretleri de bu hâdiseyi o devre yetişen Hâfız Kâmil Efendi'den dinlemiş ve şöyle anlatmışlardı :
Bu husuda bir başka çarpıcı örnek de şudur :
Sultan Abdülaziz’in hünkâr imâmı iken Dolmabahçe Camii’ndeki ilk cuma selâmlığında kendisine hutbenin hicaz makamında okunmasının irade buyurulduğu söylenince, “İrade ile hutbe okunmaz, ne zuhûr ederse o okunur” diyerek camiyi terketmiş, hükümdar da onun bu husûsiyetini öğrenince bir miktar atıyye göndererek kendisini bu vazîfeden affetmiş.
Musâhibzâde Celal Bey'in anlattığı diğer bir hâdise de şudur :
"Salacak taraflarında bir evde kına gecesi yapılıyormuş. Tesâdüfen oradan gecen Hasan Rızâ Efendi, âhengi işidince dayanamamış ve derhal evden içeri girmiş. Hâne sâhibi kendisini tanımıyormuş, sarıklı ve cübbeli bir zâtın uluorta böyle bir eğlence yerine girmesi hayretini mûcib olmuş fakat bir şey de söylemeyerek, buyurun demiş. Hasan Rızâ Efendi, doğruca saz heyetinin bulunduğu yere gitmiş ve bir fırsat düşürerek "Taksim" e baslamis, sonra defi eline almış ve sabaha kadar faslı idâre etmiş"
Ahmet Yüsel Özemre'nin naklettiği bir başka menkıbesi de şudur :
Necmeddin Okyay Hoca'nın vâlidesi kendisine hâmile iken, bir sabah namazı sırasında babasının Toygar'daki evinin kapısı çalınmış. Necmeddin Hoca'nın pederi Abdünnebî Efendi kapıyı açtığında karşısında kapı karşı komşusu Said Paşa İmâmı Hasan Rızâ Efendi'yi bulmuş. Hasan Rızâ Efendi : "Efendi, bir oğlun olacak, adını Necmeddin koy!" demiş ve yürümüş...
Hasan Rızâ Efendi 19 Şevval 1307 (8 Haziran 1890) tarihinde seksen beş yaşlarında vefât etti. Toptaşı caddesindeki Sandıkçı Şeyh Edhem Efendi Rifâî Dergâhı hazîresine defnedildi. Mezar taşında şu kitâbe kayıtlıdır...
Meczûb-i İlâhî
Bende-i İmâm Rifâî
Said Paşa İmâmı
Hasan Rızâ Efendi
Rûhuna fâtihâ
Rûhuna fâtihâ
Fî 19 Şevval 1307 Cumartesi
Rahmetullahi aleyh...
MEHMET ÂKİF'İN "SAİD PAŞA İMÂMI" BAŞLIKLI MANZÛMESİ
Coşar âvizeler artık, köpürür kandiller;
Bu ışık çağlayanından bütün âfâk inler!
Yalının cebhesi, Ülker gibi, baştan başa nûr;
Nîm açık pencereler, reng ü ziyâdan mahmûr.
Al, yeşil, mâvi fenerlerle donanmış kıyılar;
Serv-i sîmînler atılmış suya, titrer par par.
Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek,
Süzülür sâhile, şâhin gibi, yüzlerce kürek.
Bir taraftan bu akın yükseledursun karaya;
Bir taraftan dökülür öndeki saflar saraya.
Rıhtımın taşları, zümrüt gibi, İran halısı:
Suda bitmiş çemen, üstünde de Sultan yalısı!
Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak:
Fes, arâkiyye, sarık, yazma, bürümcük, yaşmak,
Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî,
Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni...
Ama birçokları davetli değilmiş, kime ne?
Bu açılmaz kapılar, şimdi, açık her gelene.
Avlu, dış bahçe, harem bahçesi, taşlık, yer yer,
Medd ü cezrin ebedî sâhası: Boy boy siniler,
Ki donandıkça o başlarla, hemen, çepçevre,
Tablalar, ay dede çıkmış gibi, başlar devre!
Yayılır baygın, ılık bir buğu, bir tatlı duman;
Çözülür büsbütün âvâre sinirler o zaman.
Kafalar tütsüyü aldıkça döner, mest-i hayât;
İki el bir baş için, kim kime artık? Heyhât!
Orta katlar, sofalar, belli ki dâvetlilere:
Sofralar tahtanın üstünde değil bir kerre;
Bir de, oldukça merâsimle mükellef huzzâr;
Sonra, kalkıp oturanlar bütün ashâb-ı vakâr.
Yatsı bir hayli geçer, çifte ezanlar verilir;
Yazma seccâdeler artık yere, boy boy, serilir.
Doğrulur Kıble’ye herkes, kılınır şimdi namaz;
Derken âmin çekilip arz edilir Hakk’a niyaz.
- Başlayın mevlide!
- Lâkin, hani? Mevlidhan yok!
- Sordurun!
- Hiç de gören bir kişi, bir tek can yok!
-Üsküdar’dan gelecek sözde, olur şey mi ki bu?
Bâri söz verme...
- Adam sen de, bırak meczûbu!
- Bence aynıyle kerâmet delinin gelmediği:
Şu ilâhicilerin hepsi okur ondan iyi...
- Bilemem.
- Dinlediniz şimdi...
- Evet, çok yüksek...
Ama hazretle kıyâs etmeye gelmez.
- Ne demek?
- O anaç bülbüle eş beslemez artık yuvalar.
- Pek uçurdun, a beyim!
- Yok, ben uçurmam, o uçar.
Sâde bir gelse... Fakat gelmedi, bilmem ki neden?
- Beklemek nâfile, hâlâ ne gelen var, ne giden!
- Harem ağsında haber...
- Anlayabilsek, ne diyor?
- Okuyun, beklemeyin emrini tebliğ ediyor.
Gâlibâ Vâlide Sultan gazab etmiş hocaya...
Gazab ettiyse, çanak tuttu herif, doğrusu ya.
Bir saray halkını -sultanla berâber- hiçe say;
Bunca dâvetliyi, dâvetsizi beklet bir alay;
“Oyun ettim size; hey sersem adamlar!” diye, gül!
Çekilir nağme değil... Neymiş, anaçmış bülbül!
- Kim bilir, özrü mü var?
Dinleyemem varsa bile!
Başlanır Mevlid’e mu’tâd olan âdâbıyle;
Önce tevhîd okunur, gaşy ile dinler herkes.
O, güzel, sonra, müessir, sekiz on parlak ses,
Kimi yerlerde ilâhî, kimi yerlerde durak;
Kimi yerlerde cemâatle beraber coşarak,
Kalan üç bahri terennümle, çekerken âmîn!
Ta uzaklarda çakar zulmet içinden bir enîn.
Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;
Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler.
O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı biraz,
Sûr-i mahşer gibi sesler çıkarır, şimdi, Boğaz!
Tutuşur, cebhe-i Sînâ’ya döner, sîne-i cev:
Sanki yüzlerce yanık ney savurur, yer yer, alev!
Kayalardan, kıyılardan bir ateştir çağlar:
Lâhn-i Dâvûd ile inler yine gûyâ dağlar!
Âh o kudsî nefes eşbâha ederken sereyan,
-Karalar vecd ile pür-cûş, sular pür-galeyan
Dem çekip, dem tutarak etmeye başlar feryâd,
Dem çekip, dem tutarak etmeye başlar feryâd,
Boğaz’ın her tarafından bir İlâhî inşâd:
Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced’sin, efendim!
Biçârelere devlet-i sermedsin, efendim!
Menşûr-i “Le amrük”le müeyyedsin efendim!
Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin, efendim!
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim!
Hak’dan bize Sultân-ı Müebbed’sin, efendim!
Kesilir, gitgide, tedrîc ile sesler artık,
Aktarır sâhile mevlidciyi bir köhne kayık.
Koşarak, doğruca mâbeyne alır karşı çıkan;
“Nerde kaldın, hoca?” der Vâlide Sultan o zaman,
Sen de kalleşlik edersen, bize eyvahlar ola!”
- Henüz akşamdı ki, gelsem diye, düştüm de yola,
Yürüdüm haylice... Derken -hele sen kısmete bak!
Öteden karşıma bir yaşlıca hâtun çıkarak,
“Azıcık dursana, oğlum!” dedi. Durdum, nâçar.
- Göğsün îmanlıya benzer, sana bir hizmet var,
Ama reddetme ki, zâten beni mahvetmiş ölüm:
Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd gömdüm!
Kızımın cânı için, bâri bu kırkıncı gece,
Şöyle bir mevlid okutsam, diyorum, kendimce.
Nasıl etsem? Okuyan çok ya, benim yufka elim...
Hocasın, elbet okursun; hadi oğlum, gidelim.
Ne olur bir yorulursan, hadi, bekletme, günah!
Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh,
İki dünyâda azîz eylesin Allah da seni.
Hâtunun sözleri dîvâneye döndürdü beni;
Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân;
“Çile dolsun, yürü öyleyse, dedim, oldu olan!”
Size yüzlerce adam mevlid okur benden iyi,
Ama bîçâre kızın, bağrı yanık, anneciği,
Yoklasın merdini, nâ-merdini, insan diyerek,
Eli yüzlerce heyûlâya değip boş dönecek!
Fukarânın seneler, belki, siler göz yaşını;
Hangi taş pekse, hemen vurmaya baksın başını,
Elin evlâdına yanmaz parasız bir kimse!
Çâresizdim sizi bekletmede, beklettimse.
- Hoca! der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!
Yeniden mevlid okursun bize, dâvâ da biter.
—Mehmet Âkif Ersoy
(Hilvan, 15 Haziran 1347/1931)


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder